Image Slider

Mor Bir Serserinin Gezi Notları / Osamu Dazai

| Tarih:
Perşembe, Temmuz 09, 2020

Mor bir serserinin gezi notları yolculuğunda şehir yazısı yazacağı sanılırken, Dazai turşu kurmuş edebiyatçılar arasından sıyrılıp kitabı bir otobiyografi haline getirmiştir.

Çok güçlü bir ailenin güçsüz hisseden oğluydu aslında Dazai. Ekonomik olarak iyi olsalar da Dazai dışarıya bile çıkmaya korkardı. Büyüyene dek annesinin tam olarak kim olduğunu algılayamıyordu. Roman Tsugarunun hikayesi olmaktan çıkarak Dazainin duyguları haline geldi. Peki ya her şey kurguysa?

Kurgu vardı ancak romanın tamamen kurgu olması imkansızdı! Benim için değil. Verilen duygular kurgu olma ihtimallerini gizleyerek sadece saklıyordu. İsimler değişiyor, mekanlar yanıltıyor verilen bilgilerin zamanları yer değiştirerek Dazai tarafından bilerek saptırılıyordu. Fakat bütün gerçek ortadaydı. Dazai ailesinden uzak kalmış, geri dönmek için kendisini cesaretlendiremiyordu. Arkadaşı Tsugaru hakkında yazı yazmasını istediğinde bütün kapılar açılmış oldu. Tsugarulular her ne olursa olsun asla yenilmeyi kabul etmezlerdi!

Dazai'nin iki karaktere büründüğünü görüyorum. Arkadaşlarıyla, kendi işini yaptığı sırada cesaretliyken, ailesine ulaştığında duygusal boşlukta, titreyen, ne yapacağını bilmeyen koca bir adam oluyordu.

Tsugaru hakkında konuşurken her zaman dürüst ve objektif olmaya çalışmıştır. Bu konuda en ufak şüphem yok hatta memleketi Tsugaru olduğu için öveceğini düşünenler olmasın diye küçümsemeye çalışmıştır. Verdiği bilgiler bizlere birer gerçek kaynaktır. -şehir hakkında verilen bilgiler okurken zorlanmanıza neden olacak- Dazai'nin akıcı hikayesi içinde kaybolurken birden bir sayfaya takılmış bulacaksınız kendinizi. Kitabın son 15 sayfasında isimlerin, bölgelerin açıklaması bulunuyor. Ne demek istediğimi okurken anlayacaksınız.

Ailesine karşı kendisini kanıtlama, konuşabilme isteğiyle yanıp tutuşuyor. Babası ile olan ilişkisi yok denecek kadar az bilhassa korkuyor. Babası öldükten sonra bu korkunun sebebi abisi oluyor. Fakat abisi ilginç bir şekilde hem kolluyor hemde babası gibi ayar veriyor. Abisiyle geçen bazı bölümleri eksik yazmış çünkü birçok kez intihar teşebbüsünde bulunup kurtulmuştur. Yanında olan kişi de her zaman abisiydi. Bazen bir olaydan bahsederken durduk yere "Abim bana artık çok kızgın muhtemelen geçmeyecek bazı şeyler var" dediğini göreceksiniz. Çoğunu intihar ve yaşadığı kötü ilişkilere bağlıyorum.

İnsanlar sık sık ihanete uğrar ve herkesin arasında rezil olur!

Dazai doğduğun da annesi hastalık geçirir ve teyzesi ile bakıcıları olan Take bakımı üstlenir. Take, Dazai için süper anne rolündedir. Ona ulaşma çabası Tsaguru hikayesinin temellerini oluşturuyor. Utanmayacak olsa gidip Takeye saatlerce sarılıp ağlamak isterdi. Sadece bu hisleri taşıyan bir yetişkin kitabın sonunda böylesine gerçek betimlemeleri hazırlayabilir.

Sessizlik / Şusaku Endo Hakkında

| Tarih:
Cuma, Nisan 10, 2020
Tanrı neden hala sessizdir?
Japonya dışarıya kapalı, ürkek bir halde Edo dönemini yaşarken birçok batılı bu fırsattan yararlanmak istercesine Hristiyanlığı Japonya'da yaymaktadır. Yüzlerce ticaret gemisi Hristiyanlığın köklerini yerleştirecek rahipleri teker teker adaya taşımaktadır. Sessizliğin sonunda Japonya her zamankinden farklı yeni bir dine kavuşmak üzeredir.

Hristiyanlık inancı yayılsa bile Japonların düşündüğü Tanrı ya farklıysa. Kökleri sağlam olduğu düşünülen adada ki yeni din herkesce aynı mı anlaşılıyordu. Japon hükümeti sonuca varmayı beklemek istemedi. Yayılan dinin önüne geçme vakti. Duyurular hızlıca başlamalı. Artık Avrupalı ticaret gemileri denetlenecektir. Özellikle Portekiz ve Hollanda gemileri çok daha sıkı takip edilecek. İlerleyen süreçte ne olacağını az çok tahmin edebiliyorum. İrtibatları bile olmayacak, Japonyada yaşayan bütün Rahipler geri dönmek zorundadır! Bütün Samuraylar, halk, herkes kendi yönetimi ve dinine bağlı yaşayacak. Başka hiçbir dine geçmeyecektir.

Rodrigues ve Garrpe din düşmanlığına karşı gelmek için okyanusları feth edip, herşeyi eski hale döndürmek istemektedir. Rahipler bunca yıldır tüm bilgilerini yayarken hükümetin ani kararıyla dejenere oldular. Rodrigues ve Garrpe nasıl olurda bunca işi kendi başlarına, basitçe halledebileceklerini düşünürler? Kimseyi dinlemeden bütün güçleri ve birikmişleriyle yoldalar. Yanlarında Avrupa'nın gücü sayesinde gelen paraları ve paranın peşinden koşabilecek bazı yoksul insanlarda bulunuyor. Kuçijiro da onlardan biri. Japonca bilmesi ve ada hakkında fikri olmayan ikiliye yardım edebilecek olması Kuçijiroyu diğerlerinden farklı kılmaktadır. Kuçijiro gibi asil bir Japon nasıl olurda bu kadar korkak olabilir? Söyleyebilir misiniz muhteşem güçlü Avrupalılar. Nasıl olurda Kuçijiro Japonya'ya dönememiştir. Japon hükümeti başarılı bir şekilde Hristiyan öğretilerini kırdı ve özlerine kavuşan yoksul halkına tekrar sahip oldu. Fakat farkında olmadıkları bazı şeyler var. Vergi ödemekten bıkmış, ezilen halk Hristiyanlıktan gördüğü iyi niyet ve fikirlerle mutlu olmayı başarmıştı. Kırılan cesaretlerini Rodrigues ve Garrpe tekrar güçlendirdi. Eğer yoksulluk içinde 300 gümüş para için satacak birileri yoksa tabi...

Hristiyanlığın "kökünü" adaya taşımaya çalışan iki rahip çok farklı ihanetlerle karşılacaklar. Bu yolda değişik olaylar, tek kalmışlık, açlık, ölümler de peşlerini bırakmayacak. Fakat bir rahip için ne kadar zor olabilir ki? Rahibin asıl görevi dini yaymak mı olmalıdır yoksa kendisini 'dinen kurtarmak için' yaşananları görmezden gelerek fikirlerini sunmaya devam mı etmelidir. Sorunun cevabını birçok betimlemeyle göreceksiniz.

Garrpe.. Eğer biz ölürsek bütün Hristiyanlık ve kilise de bizimle birlikte ölür! 

Japon bir yazar için son derece cesur kitap. Kuçijironun betimlemeleri tamamen Japon halkının tasviri iken Samurayların gücü, fikirleri de 'tamamıyla' Japon hükümetinin tasviridir. Bütün eleştiriler ve ihanetler birleşerek karşınıza çıkacak. İhtişamlı bir Samuray tüm köyü dize getirmiş halde sizi de köşeye sıkıştırıp dizlerinizin üzerine çökmenizi bekleyecek ve sonrasında; "Bunca insan sizin kararlarınız yüzünden ölüyor, ne zaman son vereceksiniz. Bu kötülükler de mi sizin Tanrınızın işi?" diyecek. Belkide tir tir titreyerek tek bir cevap dahi veremeyeceksiniz. Halk ile içten kurduğunuz bağ, din, düşünceler değişebilir mi. Din öne geçebilir mi. Yoksullar size inanacaklar, fikirlerinizin peşinden gelecekler. Yemeğinizi verip bakımınızı sağlayacaklar ve size ait fikirleriniz yüzünden idam edilecekler. Rodrigues yada onun gibi rahipler; Hristiyanlık için ölümlere sessiz kalabilecek mi?

Hadi şu Fumie'lere basın ve bu işe son verelim artık. Bütün gün karnınızı doyurup bedavadan bakacak değilim.

Kuçijiro'nun her defasında yaptığı alçak hareketler beni gerçekten bunaltıyor. Ama ben nede olsa sadece bir Pederim. Ve sürekli istediğin günah çıkarma isteğini de geri çeviremem. Bakışların, insanların arkasına sığınarak takip etmelerin gerçekten rahatsız ediyor. Çünkü ben artık Peder değilim. Peki ya eğer tanrı yoksa insanoğlu tekdüzeliğe nasıl nasıl katlanabilir ki? Diyelim ki Tanrı yok... Kapatıldığım mahzene gelen horlama seslerinden bıktım. Gerçekten horlama sesi ise. Ya değilse? O sesler benim yüzümden idam edilen Hristiyanların acı çeken sesleriyse. Budist tapınağının etrafında oturduğumuz 'o gün' söylediklerimi hatırlıyor musun. Hani şu merdivenlerde arkamdan beni gizlice dinleyen çevirmenin olduğu an, Ferreira ile olan sohbetimde. İşte o gün sana şunları demek istemiştim. Biz Japonlara Hristiyanlığı yayıyoruz ama yüzyıllardır onların inandığı Güneş, doğa sembolik olan tüm düşünceleri. Ya bizim İsa'mızdan, Tanrımızdan farklıysa? Hristiyanlığı bizim gibi düşünmüyorlarsa? Bunca tutsaklığı, çekmişliği. Ne için çektik?

Budist tapınağında konuştuğumuzu söylemiştim değil mi. Herşey..

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat - Şemsettin Sami

| Tarih:
Perşembe, Temmuz 14, 2016

Dini tarafının çok olabileceğini düşünmeden hiçbir önyargı olmaksızın aldığım kitapta gerçekten sıfır sorun yaşayarak 2 günde bitirdim. Bu kadar hızlı okuduğum kitap sayısı son dönemde yoktu, bilmiyorum ben size neresinden başlayıp anlatayım?

Karbon kitaplar yayınevininkini çok beğendim. Dil mükemmel kullanılmış, döneminin en iyi romanları arasında. Bize iki gencin aşkı anlatılmakta. Ama o aşk ne aşktır yani! En başta aşkla değil sanki ailelerin muhabbetiyle geçecekmiş gibi düşündürürken aniden Talatın annesinin hikayesi kesiliyor, Talat & Fitnat ikilisinin hayatlarına kapı açıyoruz. Dil'de yer yer eski Türkçe kullanılsa da tatlı bir hava katıyor. Okurken kendi kendime "Nen var güzelim?" falan demeye başladım. Yoksa "ah neyleyeyim ben sensiz hayatı" mı diyelim? Çok tatlı kullanmış Şemsettin abimiz dilini.

Aşklarına gelince öyle zorlu bir aşkki.. Osmanlı döneminde kadınların olduğu konumu katmassak birde her ailenin farklı olduğu yapısı var biliyorsunuz. Bu yüzden kadınlar istedikleri gibi erkeklerle evlenemiyorlar. Zaten arap kültüründen gelen erkeklerin manavdan meyve seçer gibi kadın seçmeside o dönemde meşhur ve normal sayılıyordu. Hatta erkekler aramıyor, sokakta büyük kadınlar tanıdığı küçük kızlar için erkekler, zengin kocalar buluyorlardı. Ben kitabı alırken aslında bu kadar aşk ile ilgili olduğunu bilmiyordum. Konusunda beni çeken şey Osmanlı dönemindeki kadın erkek ilişkisi ve oradaki hayattı. Biraz onun tadını merak ederken kendimi talat ve fitnatın aşkı içerisinde buldum. Pişman olmadım! Onların aşklarını okurken hayatın ne kadar değiştiğini teknolojiyi ne kadar sevsekte acaba bunlar mı bizleri bu hale getirdi demekten alıkoyamadım. Üzüldüğüm şeylerde oldu. Kadınların gerçekten market ürünü gibi insanlarca seçilircesine ordan oraya savrulmasını mı göreyim, okullarda okutulmamasını mı, yaşları on beş olduğunda ev hapsine kadar giden zorla evde tutma durumlarına mı üzüleyim bilemedim.. Çünkü o dönem aileler özellikle babalar kızlarının başına bir iş gelir diye düşünüyorlar. Aslında bunun altında başına iş gelir değilde gönlünü bir erkeğe kaptırırda saçmalar diye korkuyorlar. Amanın, komşular ne der! Sanki onların aklı yokmuş gibi.. Ayrıca bu kitap o dönemde bazı devlet kurumlarında haftalık olarak istanbulda yayınlanmış. Yani insanlar devletten ben bu haftaki sayını okumak istiyorum diye gidip alabiliyorlarmış. Neden bunu söyledim derseniz, kitap sanki biraz insanları eğitmeye çalışıyormuş hissi veriyor. O dönemde erkeklerin yaptığı kötülüklerden bahsedilsede erkekler cana yakın, adil ve anlayışlı gösteriliyor. Bu bana hiç samimi gelmedi. Muhtemelen ahlakın bu yöne kayması için yapılmış bir algı oyunu. Çünkü kadınlarla zorla evlenen erkeklerin, bir kadın üzüldüğünde o beni sevmiyor diye hüngür hüngür ağlayıp ona yardım etme fikri gerçekten hiç samimi değil. Bugün bile anlatsalar çok emin olamam. O tarafları beni pek sarmasada, anlatılan aşkı kafamda çok iyi canlandırdım. Fitnatın betimlemeleri sevdiğine karşı yaklaşımı çok hoşuma gitti. Tabiki umarım böyle eşim olur düşünceside kafalarda uçuşmadı değil. Ancak bunun okuyan çalışan ve erkek baskısı görmemiş halinden isteyeyim bende bare! Benim hoşuma giden aşk karşılıksız sevgi, yapamayınca kendimi bile öldürürüm diyerek o erkek baskısında karşı koyma cesareti. Gerçekten çok güzel. Hemde kitabın öyle bir son 30 sayfası var ki, nefesinizi tutarak okuyacaksınız. -tabii aşkı bu duyguyu seviyorsanız-

Ah benim Fitnatım, neden böyle üzüyorlar ki seni? Minnacık bedenin, tatlı düşüncelerin bunları mı hakediyordu sanki? Benim gönlüm sana zeval olur. Yapma eyleme!

Ormanda Bir Balkon - Julien Gracq

| Tarih:
Cuma, Haziran 17, 2016

Kitabı almadan önce kendimi sorgulamıştım, sürrelizmi artık roman olarak derinlemesine görmeye hazır mıydım? -Evet cevabını verdikten sonra, Fransada bir dönem en büyük yazarlardan olan Julien Gracq'ın kitabı olan Ormanda bir balkon gözüme çarptı. Aslında başlangıç kitabı için uygun değildi. Çünkü bu kitap büyük bir çevre tarafından; "okunamayan, yarım bırakılan kitap" olarak liste başı görülüyordu. Aynı yazarın Sirte kıyısı adlı romanı tavsiye ediliyordu. Julien Sirte kıyısı'yla 1951 yılında Goncourt ödüllerine layık görülmüş ve bu edebiyat ödülünü kabul etmeyen tek yazar olarak tarihe geçmiştir. Ancak net olarak ödülü neden reddettiğine dair bilgiye rastlayamadım. Ödül Listesi

1939 - 1940 yıllarında Fransanın daha doğrusu Avrupa devletlerinin durumunu bilmeyenimiz yoktur. Aslında bu kitapta tam olarak bu dönemdeki savaşın; insanlar, askerler ve çevre üzerindeki etkilerini anlatmakta. Ormanın ortasında bulunan aynı zamanda sığınmayada yarayan bir mekana mı ortak olmak istersiniz yoksa Belçika-Fransa-Almanya sınırındaki askerlerin korkularına mı ortak olmak? Sanırım Julien taraf seçemeyenler içinde yüzbaşı Grange'nin kendisinden küçük ve dul olan bir bayana aşkınıda konu edinmek istemiş. Okurken bazen kendimi Harukinin betimleyici dünyasına da girdiğimi hissettim. Acaba bir etkilenme var mıydı. Hemen söylemek istiyorum kitabı bir çırpıda okudum ve hiçbir şekilde bırakmayı düşünmedim. Bazen kitapları almadan önce iyi araştırma yapmak ve takip etmek gerekli diye düşünüyorum. Elbetteki her kitap iyi ve süper olamaz ama bu kitap sıkıcı kitaplar arasında üst listelere çıkmayı haketmiyor.

Tatmin olmak istediğimiz konulara gelince, savaşla ilgili gaza getirecek bir olay mevcut değil. Daha çok askerlerin, komutanların veya her neyse! hislerini görüyoruz. Hiç düşündünüz mü, savaşın iki cephenin ortasında kalmanın ne demek olduğunu. Ama bunu paldır küldür savaşarak düşünmeyin.. Tamamen kendimizle yaptığımız beyin savaşı. İşte her şey burada. Ama bazen betimlemelerin fazlalığından olayların sığ kaldığı sayfalarda mevcut. Daha doğrusu yazar kendisini o kadar çok kaptırıyor ki, olayın ne olduğunu unutarak bizi kocaman bir betimleme havuzunun içine atıp ne beğenirsek alalım düşüncesiyle önümüze bırakıyor her şeyi. Bir betimlemeden tat alamamışsanız mutlaka öbüründen alıyorsunuz. -en sağlıklı yemeğin bile fazlasının zararlı olduğunuda unutmamak gerek-  Ben, Grange ve arkadaşlarının betimlemesinden çok, Mona'nında betimlemeleri olsun isterdim. Tek başına kaldığı günlerde, dul olmadan önceki günleri gittiği zamanları. Nereye gittiği (?) konusu hakkında daha fazla detay isterdim. Minik bir kötü eleştirimse Julien'in kendi akımına karşı başka bir tutum sergilediği kanaatındayım. Sürrealizm ne olursa olsun herkesi kabul eden, sınırları kaldıran milliyetçilik, ırkçılık kabul etmeyen bir yapıya sahipken ilk kez bir sürrealist yazarın romanı yazarken taraf tuttuğuna Fransayı ciddi bir şekilde üst taraflara taşıdığını gördüm. O halde Andre'nin ilkeleriyle ters düşmüş sayılmazmısın diye sormak isterdim kendisine.

İmgesel psikolojiyi adım adım hissediyoruz. Savaş var, ama bir türlü bize gelemiyor... Birkaç asker o minik korugan da kapalı kaldık. Gelen, giden yok. Bazen oluyorsa da bizimle konuşan bilgi veren yok. Biz sadece emirlere uymak için buradayız. Acaba bir yerde kaçırdığımız bir emir mi oldu böyle kaldık tek başımıza. Mutlaka bir şey eksik diyordu içinden kendisine Grange. Hem huzur, hem korku veren bu köyde savaşın hissini bilirken bir yandan da uzaklaşıyordu sanki. O uzaklaştıkça biz ona gitmek istiyorduk. Ama benim bildiğimse, imgeler nasıl başladıysa son da orada gelecekti. Mona enerjinin en safı, en doğum yeriydi. Ve bitişte gene oralarda bir yerde olacaktı! Mutlaka dikkatinizi çekmek istediğim bir bölge var. Başlangıçtaki Mona ve evinin betimlemelerini iyi takip edin, kitabı bitirdiğinizde kendinizi bulduğunuz yeri tekrar sorgulayın derim.

Acaba Gracq'da savaştan etkilenip mi yazmıştı bu romanı. Romandaki tat daha çok yaşanmışlık izlenimi veriyordu. Yaşamadan bilemeyeceklerimiz.. Mesela bir savaş esnasında hangimizin aklına gelirdi karlarının erime süresi, erime süresi boyunca askerlerin oradan geçmeyeceğini biliyor olması?

Hala yazdıkça aklıma gelen, Monayla olan tatlı betimlemeleri tam anlamıyla minnacık tipe olan sevgisi. Kendime inanılmaz yakın buldum, bilmiyorum. Bol bol betimleme havuzuna girmek, o dönem hakkında insanların psikolojisini görmek istiyorsanız, okuyun diyorum..

Sizlere kitabın arka kapağından minik bir kısımla kapanış yapıyorum..

Benliğinin derinliklerinde, kışa girerken yollarda kuru yaprakları dans ettiren yeller gibi küçük, kuru, şen ve küstah bir rüzgarın esişini dinliyordu.

Büyünün Rengi Disk Dünyası Kitapları - Terry Pratchett

| Tarih:
Perşembe, Mayıs 05, 2016

İngilterede kendine öz hayran kitlesi olan Terry Pratchett'ın kitaplarıyla biraz geç tanıştım. Ne gariptir ki, hangi ülkede olursa olsun Game Of Thrones, Yüzüklerin Efendisi veya Harry Potter kadar geniş kitleye ulaşamamış, ülkemizde de çok az kişi tarafından bilinmekte. Seriyle ilgili çok ilginç durumlarda mevcut. Aynı zamanda yazar Terry Pratchett geçen sene (2015) yılında egzaymır -gerçekten nasıl yazılıyor bilmiyorum- unutkanlık hafıza sorunundan ötürü hayatını kaybetmiştir.

Neden bu seri diğer seriler kadar tutmadı diye kendimi sorguladım. Bulamadım.. Belki diğer fantastik kitaplardan ayrılması buna itmiş olabilir. Çünkü sadece fantastik bir dünya üzerindeki olaylara yönelik değil. İçerisinde İngilizlere has espiriler, felsefeyi zorlayan düşünceler. Karakterlerin ilginç soruları -sorunları- kendi çözmeye çalışması, sürrealizm hatta büyü üstücülük bile diyebileceğimiz denemeleri barındırıyor.

Serinin türkçeye çevirilmiş kitapları;
-Büyünün Rengi
-Fantastik Işık
-Eşit Haklar
-Mort & Bir Disk Dünya
-Hasbüyü
-Çobanın Tacı

(Yazdığım sırayla okumanızı tavsiye ederim.) Henüz fotoğrafını çektiğim üç kitabı okudum.  Spoiler'da vermek istemiyorum o yüzden detaylı değinmeyeceğim.

Öncelikle kitapların hepsinin birbiriyle net olarak bağlantısı yok. En azından hepsinin yok! İlk kitabı okuyanın, ikinci kitabıda okuması gerekiyor ama üçüncü kitabın diğer iki kitap ile alakası yok. Diğerlerinde de bu mevcut. Amaa sanmayın ki hiç alakaları yok! Nedir bu disk dünyası? Kısaca disk dünyası, büyük yaşlı bir kaplumbağanın üzerinde (A'tuin) dört filin üzerindeki diskten dünya! Evet, karışık değil mi.. Ama çok hoş fantastik dünya olduğuna emin olabilirsiniz. İlk kitabın içerisinden bu dünyanın haritasıda veriliyor bizlere. Mutlaka inceleyin beğeneceksiniz. Peki bu dünya da ne olup bitiyor.. Gerçek dünyada ne oluyorsa bunu fantastik olarak görüyorsunuz. Büyücülük, cadıcılık, hırsızlar, gizemli olaylar, haydutlar ne ararsanız var. Felsefede var. Duygusallıkta var. Troller'de var merak etmeyin!! Gerçekten söylüyorum her şeyden tadımlık alıyorsunuz. Peki hani size demiştim ya, sanmayın ki hiç alakaları yok diye. Nasıl var onuda söyleyelim. İlk kitaplarda olan karakter size üçüncü kitaptaki karakterlerin arkadaşı olarak çıkabiliyor. Veya ilk kitaplardaki bir şehirde olan olayın diğer karakterler tarafından yaşadığı durumuda görebilirsiniz. Çünkü hepsi aynı dünya içerisinde geçiyor. Bu özelliğinden ötürü role play yapılabilir durumda. Zaten kitabın "hardcore" fanları bu şekilde rp yapan kişilermiş. Gerçekten inanılmaz karakter sayısı, şehir olayları mevcut. Karakterlerin soruları nasıl çözmeye çalıştığına da örnek vermek istiyorum. Çok şaşıracaksınız. Fantastik kurgularda biliriz ki hep büyücüler erkek, cadılar kadındır. Peki bu neden var? Böyle bir kanun mu var. Hayır yok. Neden tüm cadılar kadın öyleyse? İşte büyücüler ve cadılar bunu çözmeye çalışıyorlar. Hatta büyücülük okulu bile devreye giriyor diyebiliriz.


Ancak kitabın olayları felsefeden ötürü gerçekten çok ağır. Uzaktan bakıldığında çocuk kitabı gibi görülüyorsa bir kaç sayfasını okuduktan sonra fikriniz değişecektir. "Oha noluyor bu kitapta" dedim ilk açtığımda. Dilin ağırlığı, farklılığın yanında ne yazikki yayınevininde kusurları mevcut. Seriyi ilk, ithaki yayınları çevirmiş. Onlarınkini okumadım. Yakın zamanda delidolu yayınevi -gerçekten kendilerini çok severim darılmasınlar- tekrar çevirmeye başlamış ve devam ettiriyorlar. Mesela Çobanın tacı yeni çevirildi. Ama gerçekten çeviri BERBAT. Siz yayınevisiniz, tekrar ele alıyorsunuz nasıl bu kadar, zor kitabı daha da zor hale getirebilirsinizin sonucunu vermişsiniz resmen. Ya çeviriye çok bağlı kaldınız yada editörlerinizle konuşmanız gerekiyor. Bu yazıyı yazarken bile 40 defa düzenlemeye çalışıyorum. Sizler editörsünüz, kitabın içindeki tek sayfada 50 tane "ve" cümlesimi olur? Hemen örnekte vereyim ben. Büyünün rengi ilk kitabın 205. sayfasını açın, alt son kısıma bakın. Ben hayatımda bu kadar "ve" kullanıldığını görmemiştim. İkinci kitapta biraz düzelsede üçüncü kitap aynı şekilde çok kötü yazım hataları, hatalar hatalar. Keşke böyle olmasaydı. Ben üçüncü kitaptan sonra seriye ara vermek istemişsem, bunun %50 sorumlusu bu hatalar. Umarım hatalarınızı değerlendirirsiniz sizlerde.

Neyse biz kitabın muhteşem havasına gölge düşürmeyelim böyle. Sonuçta okunmayacak halde değil. Tavsiye eder miyim? Evet ederim. Öğrenilecek çok şey var bu seride. Ama şunuda eklemekte fayda var, sağlam bir fantastik manyağıysanız, gözünüz başka bir şey görmüyorsa bu seri sizin için sıkıcı olabilir. Daha çok felsefe, roman, düşünme, sürrealizm konusunda çok kitap okuyupta birkez de seri okuyalım neyimiz eksik diyenler için uygun. Bende zaten bu şekilde bulmuştum. Normal tek düze çoğunluğun yaptığı fantastik serileri beğenmiyorum, işte ozaman çok iyi geliyor.