Image Slider

Ormanda Bir Balkon - Julien Gracq

| Tarih:
Cuma, Haziran 17, 2016

Kitabı almadan önce kendimi sorgulamıştım, sürrelizmi artık roman olarak derinlemesine görmeye hazır mıydım? -Evet cevabını verdikten sonra, Fransada bir dönem en büyük yazarlardan olan Julien Gracq'ın kitabı olan Ormanda bir balkon gözüme çarptı. Aslında başlangıç kitabı için uygun değildi. Çünkü bu kitap büyük bir çevre tarafından; "okunamayan, yarım bırakılan kitap" olarak liste başı görülüyordu. Aynı yazarın Sirte kıyısı adlı romanı tavsiye ediliyordu. Julien Sirte kıyısı'yla 1951 yılında Goncourt ödüllerine layık görülmüş ve bu edebiyat ödülünü kabul etmeyen tek yazar olarak tarihe geçmiştir. Ancak net olarak ödülü neden reddettiğine dair bilgiye rastlayamadım. Ödül Listesi

1939 - 1940 yıllarında Fransanın daha doğrusu Avrupa devletlerinin durumunu bilmeyenimiz yoktur. Aslında bu kitapta tam olarak bu dönemdeki savaşın; insanlar, askerler ve çevre üzerindeki etkilerini anlatmakta. Ormanın ortasında bulunan aynı zamanda sığınmayada yarayan bir mekana mı ortak olmak istersiniz yoksa Belçika-Fransa-Almanya sınırındaki askerlerin korkularına mı ortak olmak? Sanırım Julien taraf seçemeyenler içinde yüzbaşı Grange'nin kendisinden küçük ve dul olan bir bayana aşkınıda konu edinmek istemiş. Okurken bazen kendimi Harukinin betimleyici dünyasına da girdiğimi hissettim. Acaba bir etkilenme var mıydı. Hemen söylemek istiyorum kitabı bir çırpıda okudum ve hiçbir şekilde bırakmayı düşünmedim. Bazen kitapları almadan önce iyi araştırma yapmak ve takip etmek gerekli diye düşünüyorum. Elbetteki her kitap iyi ve süper olamaz ama bu kitap sıkıcı kitaplar arasında üst listelere çıkmayı haketmiyor.

Tatmin olmak istediğimiz konulara gelince, savaşla ilgili gaza getirecek bir olay mevcut değil. Daha çok askerlerin, komutanların veya her neyse! hislerini görüyoruz. Hiç düşündünüz mü, savaşın iki cephenin ortasında kalmanın ne demek olduğunu. Ama bunu paldır küldür savaşarak düşünmeyin.. Tamamen kendimizle yaptığımız beyin savaşı. İşte her şey burada. Ama bazen betimlemelerin fazlalığından olayların sığ kaldığı sayfalarda mevcut. Daha doğrusu yazar kendisini o kadar çok kaptırıyor ki, olayın ne olduğunu unutarak bizi kocaman bir betimleme havuzunun içine atıp ne beğenirsek alalım düşüncesiyle önümüze bırakıyor her şeyi. Bir betimlemeden tat alamamışsanız mutlaka öbüründen alıyorsunuz. -en sağlıklı yemeğin bile fazlasının zararlı olduğunuda unutmamak gerek-  Ben, Grange ve arkadaşlarının betimlemesinden çok, Mona'nında betimlemeleri olsun isterdim. Tek başına kaldığı günlerde, dul olmadan önceki günleri gittiği zamanları. Nereye gittiği (?) konusu hakkında daha fazla detay isterdim. Minik bir kötü eleştirimse Julien'in kendi akımına karşı başka bir tutum sergilediği kanaatındayım. Sürrealizm ne olursa olsun herkesi kabul eden, sınırları kaldıran milliyetçilik, ırkçılık kabul etmeyen bir yapıya sahipken ilk kez bir sürrealist yazarın romanı yazarken taraf tuttuğuna Fransayı ciddi bir şekilde üst taraflara taşıdığını gördüm. O halde Andre'nin ilkeleriyle ters düşmüş sayılmazmısın diye sormak isterdim kendisine.

İmgesel psikolojiyi adım adım hissediyoruz. Savaş var, ama bir türlü bize gelemiyor... Birkaç asker o minik korugan da kapalı kaldık. Gelen, giden yok. Bazen oluyorsa da bizimle konuşan bilgi veren yok. Biz sadece emirlere uymak için buradayız. Acaba bir yerde kaçırdığımız bir emir mi oldu böyle kaldık tek başımıza. Mutlaka bir şey eksik diyordu içinden kendisine Grange. Hem huzur, hem korku veren bu köyde savaşın hissini bilirken bir yandan da uzaklaşıyordu sanki. O uzaklaştıkça biz ona gitmek istiyorduk. Ama benim bildiğimse, imgeler nasıl başladıysa son da orada gelecekti. Mona enerjinin en safı, en doğum yeriydi. Ve bitişte gene oralarda bir yerde olacaktı! Mutlaka dikkatinizi çekmek istediğim bir bölge var. Başlangıçtaki Mona ve evinin betimlemelerini iyi takip edin, kitabı bitirdiğinizde kendinizi bulduğunuz yeri tekrar sorgulayın derim.

Acaba Gracq'da savaştan etkilenip mi yazmıştı bu romanı. Romandaki tat daha çok yaşanmışlık izlenimi veriyordu. Yaşamadan bilemeyeceklerimiz.. Mesela bir savaş esnasında hangimizin aklına gelirdi karlarının erime süresi, erime süresi boyunca askerlerin oradan geçmeyeceğini biliyor olması?

Hala yazdıkça aklıma gelen, Monayla olan tatlı betimlemeleri tam anlamıyla minnacık tipe olan sevgisi. Kendime inanılmaz yakın buldum, bilmiyorum. Bol bol betimleme havuzuna girmek, o dönem hakkında insanların psikolojisini görmek istiyorsanız, okuyun diyorum..

Sizlere kitabın arka kapağından minik bir kısımla kapanış yapıyorum..

Benliğinin derinliklerinde, kışa girerken yollarda kuru yaprakları dans ettiren yeller gibi küçük, kuru, şen ve küstah bir rüzgarın esişini dinliyordu.

Zemberek Kuşu'nun Güncesi ve İmkansızın Şarkısı Kitapları - Haruki Murakami

| Tarih:
Cumartesi, Ekim 05, 2013

Haruki Murakamiye bayılıyorum, adam gerçekten yazıyor. Kitaplarında hep böyle gerçekten bunları yaşamış görmüş geçirmiş hissi var. Bir insan bu duyguları gerçekten yaşamadan kesin olarak ortaya koyamaz. Bazen kendimden parçalar buluyorum, kızlara verdiğim değer konusunda... Ne kadar hep sapık erkek karakterlerine yer versede ana karakter hep bir o kadar da kızların duygularından anlayan aslında hep sevdiği kişilerin iyi olmasını amaçlayan ama kendisine hakim olamayan bireyi yansıtıyor. Henüz daha iki çevrilmiş kitabını okuyabildim, ikisindede hep zemberek kuşundan bahsediyor. Onun için bu olay, zamanı durdurmak veya geriye almak galiba. Hayatta yaşadığı şeylerden hep bir üzüntü var.. Tek sevmediğim olayıysa hep böyle Japonyada ki pahallı arabalardan, yemeklerden ve ortamlarından bahsetmesi hani ben bunları bunları yaptım ona göre seviyem bu aklında olsun enerjisini hisettiriyor hoşuma gitmiyo ama kitaplarını okumama engel değil. :" Birde bildiğimiz sapıklık boyutu var tabi bu yüzden yaşı küçük arkadaşlarımın okumasını istemem her 10 sayfa da bir sapıklık göreceksiniz.

Zemberek Kuşu'nun Güncesi: Çeşitli yoğunluğumdan dolayı belkide aylardır kitap okumuyordum. Japon hayranlığımın arttığı dönemde animelerde sağolsun kendime vakit ayırabilir oldum ve birden Japon yazar merakı sardı beni, hem en azından oranın ruhunu hissederim hemde kitaplarını okuyarak kendime daha yakın hissettiğim şeyleri görürüm diye aldım okudum. Tek bir pişmanlık duymadan hani.. Tarihi olayları çok severim kitapta ara ara dünya savaşlarından Japonyanın tarihinden arada da kitaptaki baş karakterimizin gerçek hayatından bahsediliyor. Ailesiyle ilişkisi, sevdiği ve herşeyi göze alabileceği eşi için yaptıklarını.. Oturduğu semtte tanıştığı insanlarla geçirdiği şeylerin üzerine kurulmuş bir kitap. Birazda ilgi çeken şey ise bu "kuyu" olayı.. Okada hiç bir işi tam olarak yapamıyor, çalışmadığı içinde ev kadını gibi ev adamı olmaya başlayıp evin işini gücünü yapmaya başlıyor. Eşi Kumiko'da işinde iyi bir yerde olduğu için durum bu hale gelince kendisi çalışmayı Okada'nında eve bakmasını, kafasını toparlayıncada tekrar onun bir iş bakmasını istiyor. Herşey böyle güzel giderken, Okada semtten tanıştığı bir kızla hergün takılmasından sonra bulduğu kuyuyla hayatı değişmeye başlayacak, evden besledikleri kedinin kaçmasıyla eşinin tanıştırdığı yeni kişilerle işler çıkmaz bir hal alıyor. Özellikle kedinin bulunması için Kumikonun çağırdığı medyumdan sonra ben kitapta bir kere bile olaysız geçen yer görmedim.. Ayrıca Kumiko'nun psikopat abisi, Vataya'yıda unutmamak gerek! Ne Okada onu seviyor ne Kumiko Vatayayı seviyor.. Vataya'da zaten kimseyi sevmeyip hep küstüh bir tavırla Japonyada tanınan en ünlü siyaset adamı olma peşinde.. Ama herşey bu kadar kolay değil işte... Olaylar öyle bir hal alacak ki kitabın kaçıncı sayfasında olduğunuzu bile unutacaksınız.. Ve gelelim en çok hoşuma giden kısıma Teğmen Mamiya'ya, onun anlattığı tarihi olaylara bayılıyorum bazen 2-3 defa okuduğum bile oldu. Japonya'nın tarihte neler yaşadığını ne zorluklardan çıktığını çok daha net göreceksiniz.